ÇÖZÜLME YA DA TOPARLANMANIN YOL AYRIMINDA…
İslam dünyası modernizm/batılılaşma ile
ilk teması Batı karşısındaki askeri başarısızlıklara aranan çözüm yolları
sürecinde başladı. Batının askeri başarıları karşısında büyülenen Osmanlı aydın
ve siyasetçileri çözüm yolunu onlara benzemekte görerek, kültür ve geleneğine rağmen
yönünü Batıya çevirerek çözülme sürecini başlatmış oldu. Osmanlının
dağılmasıyla oluş-turul-an ulus devletlerde bir şekilde kendini bu potanın
içinde buldu. Hristiyan
dünyasının Modernleşme sürecinde yaşadıkları ile İslam dünyasının yaşamakta
olduğu süreç esas itibariyle birbirinden çokta farklı değil. Bu yönüyle tarihin
tekerrür etmekte olduğu gerçeği ile yüz yüzeyiz. Bu tesbiti anlaşılır kılmak,
Modernleşme ile ilgili daha iyi bir durum tespiti yapabilmek için Batının
modernleşme serüvenine bakmak durumundayız…
Hıristiyan dünyası yaşamış olduğu üç
büyük kırılmadan ilkini Pavlus’un Anadolu’yu Hristiyan yapma adına dini, Romanın
Pagan kültürüne yaslamasıyla yaşadı. Yahudi asıllı Pavlus, Yahudilikle Pagan
kültürünü Hristiyanlıkla sentezleyerek yeni bir din oluşturması yaşanan en
büyük kırılma idi. İkinci kırılmayı ise Roma Kralı Konstantin’in ( pagan birisi
olarak) İznik konsülünde Hristiyanlığa ayar vermesiyle yaşadı. Hritiyanlığın,
Romanın baskısından kurtulma ve iktidar nimetlerinden faydalanabilme fırsatçılığı
ile Romanın pagan kültürüne yanaşması belki Anadolu’nun kısa zamanda Hristiyanlaşmasını
sağlamıştı ama kendi varlık sebebini ortadan kaldıracağı göz ardı edilmişti. Tarihte,
“Roma Hukuku” diye bir olgudan bahsedilirken “Hristiyan Hukuku” diye bir
kavramdan söz edilememesi, Kilisenin toplumsal hayata söyleyecek sözünün kalmamasıyla
yakından alakalı bir durumdu. Hukuku olmayan bir dine dönüşerek çarşı ve
sokaklardan silinen Hristiyanlık, tercihini münzevi bir hayata yaparak
manastırlara çekildi. Artık hayata dair söyleyecek sözü olmayan, sadece ahiret
işine karışan, kralın yaptıklarını kutsayan, halkını uyutan, tanrıdan aldıkları
yetkilerle cennet dağıtan, karşı çıkanları yine Tanrı adına cezalandıran bir
kuruma dönüştü. Halkın hiçbir derdine çare üretmeyen kilise, artık ayak bağı
olmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Bu durum üçüncü kırılmanın nirengi
noktasını oluşturdu. Kilisenin rutubetli duvarlarına mahkûm olan
Hristiyanlığın, kendini koruma adına dogmalar üretme haricinde bir şey yap(a)mamış
olması, Martin Luther’in değirmenine su taşımış, sekülerizme meşruiyet zemini oluşturmuştu.
Martin Luther’in çıkış noktası hiçbir
zaman inkâr olmadı (kendisi de bir rahipti).. Kilisenin sorgulanabilirliliği üzerinden
başlayan hareket, özgürlükler noktasında gelişti ve din gelişmenin önündeki yegâne
engel olarak görülerek Kilise mahkûm edildi. Kilisenin kalın duvarları
arkasında ki Hıristiyanlık açısından belki fazla bir şey değişmedi ama
dışarıdaki hayat, “dini olan ve olmayan” (laiklik) diye ikiye ayrıldı. Yasaktan başka bir şey üret(e)meyen
Kilise, varlığını sürdürebilme adına göğe çekilen tanrının merdiveni olarak bir
anlamda sekülerizmi kutsamak durumunda kaldı. Dünyevileşerek Tanrıya
yaptıklarını onaylatan Hahamların Yahudiliği getirdikleri duruma itiraz eden,
onlara hesap soran Hz İsa’nın öğretileri, Kilise tarafından Modernizme ve halkı sömüren burjuvazinin
bitmek bilmeyen hırslarına kurban edildi..
Yaklaşık üç asırdır kucağımızda
bulduğumuz soru şu: Hristiyan dünyasının
yaşadığı bu süreçten İslam dünyası nasıl etkilendi ve bu sorunları kendi iç
dinamikleriyle çözebilir mi? Bu sorulara ;“ İslam Hristiyanlık gibi bir din
değildir, O hayata müdahildir” gibi beylik laflarla çözüm üretilemeyeceği
kesindir. Batının seküler bir anlayışla ürettiği modernite artık tüm dünyayı
sarmıştır. İslam dünyasının yaklaşık bin yıldır felsefe, bilim, sanat
üretemeyip sadece yasak üreten zihin yapısı, Protestan İslamcılığa aralanan
kapıyı onları aforoz ederek durdurulabilecek mi? Martin Luther’i de Kilise
aforoz etmiş ama sadece onun kahraman olmasına sebep olmuştu. Tek ümidi Batının
kendiliğinden çökeceği ütopyası ile avunan ama bu arada kendini Batının
teknoloji çöplüğü olmaktan kurtaramayan İslam dünyası, kararını ve çözümünü
bulmak zorundadır. Gerçi fiili durum ve tercih ettiği hayata bakıldığında karar,
seküler bir hayat tercihine çoktan verilmiş ve hayli de mesafe katedilmiştir.
Sorun ise İslamla (gerçek İslam)modernizmin telifi noktasında yaşanmakta. Çünkü
bütün tevhidi dinlerin temel ilkesi hayatın bütünlüğü ve o hayatın hâkimiyeti sorununa
getirdiği tevhidi eksendir. Yani tevhidi dinler; hayatı, “dini olan ve olmayan”
şeklinde ikiye ayıran dünya ve ahiret düalizminin getireceği çok tanrıcılığa
red (Lâ) ilkesi ile gelirler. Batıda sekülerizm
bu sorunsalı, Hristiyanlıkla çatışma yerine, nimetleri kilise ile paylaşarak haletti.
Karşılığında ise, hem kendini meşrulaştırdı hem de kendini kutsatmış oldu.
İslam dünyasında ise böyle bir süreç kendi Pavluslarını ve M.Lutherlerini
doğuracaktır(doğanları saymazsak).
İslam dünyasının önünde üç yol bulunmakta.
Birincisi Hristiyanlık gibi kendi varlığını koruyabilme adına sekülerleşmeye
sessiz kalacak, dini ritüellere dönüştürerek, reel hayattan çekilecek. Böylelikle
dinin sırtından beslenen din adamları işlerine devam edecek, onlar (arsa
yerine) cennetten huri dağıtacak, beğenmediklerini ise tekfir (aforoz)ederek
halk kitlelerini uyutmaya devam edecek, modernizme fetvalar üreterek
meşrulaştıracak, siyasetin arka bahçesinde semizlenirken kazandığı popülariteyle
kendilerine bağlı yığınların sayısını arttıracak. Bu modernizmin ısrarla istediği yoldur.Kiliseyi de böyle
çözmüş,amacına uygun şekilde dini yeniden biçimlendirmiş ve nimetlerinden ikisi
de karlı çıkarak,güçlerine güç katmışlardı.İkinci bir
yol,radikalleşerek,yasaklar üretip,kapalı toplumlar oluşturma ,bir anlamda
modernizmden deve kuşu misali kafasını kuma sokarak kurtulma yoludur.Oysa Orta
çağ Kilisesi de bu yolu tercih etmiş ama sadece Martin Luhter’in ekmeğine yağ
sürmekten başka işe yaramamıştı.Suyun önüne kurulan setlerin ömrü setin suyu
tutabileceği nokta kadardır.Artık su seti aşıyorsa tahliye çözüm değildir..”Selef-i
Salihin yoluna dönmek” şeklinde pratize edilen Selefi hareketlerin kaderi de
bunun ötesine gidemeyecek,hatta agresif ve ilkel duruşlarıyla tekfirci
hareketlere dönüşerek, marjinalleşeceklerdir..Üçüncü yol ise, Müslümanların mezheb,meşreb
gibi prangalarından kurtularak, kendi dinamikleriyle;hak, adalet,liyakat ekseni
üzerinden kendini yeniden inşa etmesiyle
olacaktır.
İslam
dünyası Batıya olan platonik aşkının bir sonucu olarak kucağında bulduğu modernizmle
nesebi olarak kuramadığı bağı zihnen kurabilmenin yollarını aramakta. “Fahişenin düzeyiyle, rahibenin seviyesizliği arasında”(İ.ÖZEL) tercihe zorlanan Müslümanlar üçüncü
yolu bulmadıkça kimliksizleşmeye ve çözülmeye devam edecektir. Üçüncü yol bu sebeple çok önemli ve
hayatidir. Öncelikle Müslümanlar ahlak ve adalet üzere olmayı çözümün başlangıç
noktası kabul ederek, kendi kavramlarıyla düşünmeyi, kendi kaynaklarıyla
problemleri çözmeyi, neyi talep ettiğini ve neyi reddettiğini belirlemelidirler.
Parçalanmış bir zihin dünyası ile modernizmin karşısında durmak başta yenilgiyi
kabul etmektir. Çünkü bu onun en büyük silahıdır. Önce dünya ve ahiret diye
hayatı parçalayan modernizm, sırasıyla ulus devletle ümmeti, özgürlüklerle
toplumu, bireysellikle aileyi parçaladı.
Öncelikler tevhidi bir bakış açısıyla bu parçalar yeniden bir araya getirilmeli. Hayatın sahibi Allah’tır ve insan bu dünyaya imtihan için gelmiştir. Dünyanın sahibi değil, emanetçisi olan insan hesaba çekilecektir. Verilecek mükâfat ve ceza (Cennet ve Cehennem)in adresi ise öbür dünyadadır. Bu ilkenin altı kalın çizgilerle çizilmezse Müslümanlar, modernizme muhafazakâr kılıflar üretmenin dışına çıkamaz. Kendi üretim ve tüketim tarzını belirlemeyen bir zihin dünyası, sadece modernizmin ürettiklerine ahlaki ve vicdani kılıflar üretir. AVM’lerde namaz kılacak mescidin olup olmasını ya da içki satılıp satılmamasını en belirleyici kriter kabul eden Müslümanlar; beş yıldızlı İslami otellerde sanat musikisi icrası, İslami moda ve defileler, kandil geceleri, ramazan sokakları, İslami bankalar, bunların reklamını yaparak normalleştiren İslami televizyon ve gazeteler(İslamcı moda dergileri)ve kendini üretmek yerine meşruiyet zemin üreten İslami eğitim kurumları gibi ne idüğü belirsiz garabetlerle uğraşmanın bir adım ilerisine gidemezler.
Öncelikler tevhidi bir bakış açısıyla bu parçalar yeniden bir araya getirilmeli. Hayatın sahibi Allah’tır ve insan bu dünyaya imtihan için gelmiştir. Dünyanın sahibi değil, emanetçisi olan insan hesaba çekilecektir. Verilecek mükâfat ve ceza (Cennet ve Cehennem)in adresi ise öbür dünyadadır. Bu ilkenin altı kalın çizgilerle çizilmezse Müslümanlar, modernizme muhafazakâr kılıflar üretmenin dışına çıkamaz. Kendi üretim ve tüketim tarzını belirlemeyen bir zihin dünyası, sadece modernizmin ürettiklerine ahlaki ve vicdani kılıflar üretir. AVM’lerde namaz kılacak mescidin olup olmasını ya da içki satılıp satılmamasını en belirleyici kriter kabul eden Müslümanlar; beş yıldızlı İslami otellerde sanat musikisi icrası, İslami moda ve defileler, kandil geceleri, ramazan sokakları, İslami bankalar, bunların reklamını yaparak normalleştiren İslami televizyon ve gazeteler(İslamcı moda dergileri)ve kendini üretmek yerine meşruiyet zemin üreten İslami eğitim kurumları gibi ne idüğü belirsiz garabetlerle uğraşmanın bir adım ilerisine gidemezler.
Müslümanlar zihnen ve ahlaken bu
kuşatmadan kendini kurtarmadıkça gönüllü ya da gönülsüz bu kuşatmanın bir
parçası olmaya devam edeceklerdir. Öncelikli olarak Batı ile entegre olmuş,
modern, liberal bir Müslüman mı yoksa Batıyı da bu bataktan kurtaracak bir
çıkış yolu mu aradığımızın ayrımına varmalıyız. Batının sömürgeci siyasetinden
uzak bir siyaset üretemeyen , tüketimi hayatın amacı haline getiren bir hayat
tarzı , kendi kökenlerine yabancı bir eğitim modeli , kendi kültürüne ters bir
şehirleşme planı ile kısacası hayattan ne beklediğini bilmeyen bir anlayışla
sonuca ulaşılamayacaktır..
Modernizmin kıskacından kurtulmak bir
ütopya mıdır? Şu anda maalesef öyle görünüyor. Modernizmin sunduğu hayat,
bireyi ve toplumu çepeçevre sardığı bir ortamda, modernizmden kurtuluşu postmodernizme
sığınarak çözemeyiz. Batının çöküşünü bekleme kolaycılığı bize bir şey kazandırmaz.
Batının üretim fazlasını satabilme, yeni tüketim toplumları oluşturabilme adına
estirdiği “bahar” rüzgârıyla İslam dünyasının olmak ya da olmamak noktasında ki
yeni pozisyonunda sorumluluğumuz bir kat daha artmıştır. Bu tarihi sorumluluk
bize daha büyük bir yük yüklemekte.(Veli KURT)
Yorumlar
Yorum Gönder